Harita

15.12.10

Avrupa Turu- Bölüm1 OtoStop

Can’ın Avrupa Turu-Bölüm 1
   Şuanda turumun son yolculuğu olanVenedik>Ljubljana treninin restoranından yazıyorum. Az önce trenin tam da oturduğum vagonu bozuldu. Uzun vagonu ayırma işlemlerinin ardından yolculuğa trenin restoranında devam edebiliyorum.
    Hep bir plan yaparsın ve kesin bir aksilik, terslik olur. Ama bu aksilik hayal ettiğinin çok daha fazlasını  sana yaşatır ya, işte bana da yol boyunca tam da öyle oldu. Buradan buyurun anlatayım. 
 İlk gün;
Slovenya’nın başkenti Ljubljana’dayım. İtalya’nın Trieste kentinden Brüksel’e kalkacak uçağın kalkmasına 2 saat kala Litvanyalı arkadaşım Viktorja(Vika) ile Ljubljana tren garına koşuyoruz. Otostopta şansımız tutmamıştı. Geç kalıyorduk. Gara vardığımızda tren saatleri bizim uçak için çok geçti. Otobüs aradık. Ama sonuçsuz kaldı. Ve taksi arayışına başladık. Bildiğin ülkeler arası taksiye binecektik. Kendime gayet güzel hakaretler ediyordum. Ama her şey şimdi başlıyordu!

    Taksiciler fiyata 120 €’dan girdiler. 100-90 deseler de kafamda ilk şimşek çaktı. Bir gün Slovenya’nın Bled kentine otostop çekerken bir taksi durmuştu. Adam sıkılmış, beni de görünce Bled’e gitmeye karar vermişti. Muhabbeti de iyi biriydi. Hatta adam yolda turistlik bir köyü gezdirmeye bile götürmüştü. Bende onu hatırladım ve aradım. Olayı anlattım ve 80’ya olur dedi. Kendisi bugün çalışmadığı için arkadaşını yolladı. Yolladı ama arkadaşı çok yavaş çıktı. Amca havalananına doğru tın tın ilerliyordu. Dakikaları sayarken, uçağa yetişmemiz saniyelere kaldı. Uçağın kalkış saatinden önce havalanına ulaştık ama kapılar kapanmıştı. Çaresizlik. Ve uçak kaçtı!

     Bu bizim küçük Avrupa turunun ilk biletiydi. Beş gün sonrasına ise Brüksel>Barcelona biletimiz vardı. Ama hiçbir şey yapamadan, planların hepsi teker teker aklımdan geçerken Vika ile Trieste şehir merkezine dönüyorduk. İçim sıkılıyordu. Sanki hiç bitmiyordu bu dönüş yolu. Şehir merkezine ulaştığımızda, iki haftadır devam eden karlı günlerin ardından ilk kez güneşi görmüştüm. Tek tesellim buydu. Bir internet kafe bulduk. Yeni çak biletleri arıyorduk ama pahalıydılar. Birde haritaya baktığımızda Trieste-Brüksel arasının ortalama 1400km olduğunu öğrendik. Yirmi dakika sonra kafeden dışarı çıktığımızda bir şeyler değişmişti. Sahil, deniz kokusu, güneş ve Can'ın kafaya yine şimşek çaktı!
     Bundan 1 ay öncesinde gelmiştim Trieste'ye. Sahilde boş boş gezerken, limanda bulmuştum kendimi. Türk TIR’ları her taraftaydı. Bir şoföre seslenmiştim. Amca burada hep Türk TIR’larının olduğundan başlayıp, oğlunun bu sene orman mühendisliğini kazandığına kadar ayaküstü anlatmıştı. Burayı bulmuş olmam ve gereksiz muhabbetim anlam kazanmıştı. Hemen Viktorja’ya Türk kamyonlarıyla Belçika' ya gidebiliriz diye parladım.  Üç saniyelik tereddüt etti ve ardından onunda gözleri parladı. Brüksel’e gitmek için 5 günümüz vardı. Sanki her şeyi biliyormuşuz gibi, düşünmeden ilerledik.
    Aynı noktadan ve aynı şekilde bir şoföre 'Merhaba abiii' diye seslendim. Hemen anlattım olayı. Serbest bölgeye girmek yasak ama Türk'e fark eder mi? Şoför atlayın TIR’a dedi ve limanın içindeyiz. Yarım saat bekledik ve bize Avusturya’nın Almanya sınırında olan Sazlburg'a giden bir tır buldular.

    TIR’dayız. Şoför ile muhabbete başladık. Belli bir aradan sonra amca rengini belli etti. Çok saygılı, açık fikirli biriydi.Amca hikayeleri anlatırken, İtalya'nın kuzeyi, Alp Dağları, uzun tüneller, Avusturya ve gece Almanya sınırına vardık. Yirmi dakika önce Belçika'ya giden bir TIR’ı kaçırmışız. Benzin istasyonunda geçireceğimiz gece başladı. Dışarıda ise gördüğüm en şiddetli kar yağışı vardı(Antalyalıyım, hayatımda çok kar görmedim. Bu bir görüş ayrılığı doğurabilir). Benzinlikte Hürriyet gazetesi buldum. Manşette " Avrupa Donuyor." vardı. Tüm uçuşlar iptal olmuş ve Frankfurt havaalanının fotoğrafında herkes yerlere yatmış, uçuşunu bekliyordu. Eyfel Kulesi ziyarete kapatılmış ve soğuk hava Avusturya ve Polonya'ya doğru ilerliyormuş.
             

    Sabaha kadar en fazla yarım saat uyuyabildim. Kamyoncular anlattı ben dinledim. Başarısız hayat hikâyeleriyle doluydular. Türkiye'deki milyonlarca insanın hikâyelerine benzer, aile sorunları, maddi sorunları anlatıyorlardı. Hepsi bir şeyler kaybetmişti. Vika ise bu sırada mışıl mışıl uyumaktaydı. Çay ve kahve içe içe sabah oldu.

     Saatin 6 olmasıyla kamyoncuların arasına döndük. Onların deyimiyle burası ne Avusturya ne de Almanya’ydı. Burası sınırda ki Türkiye’ydi. Bir karavan tezgah açmıştı. Burada sabah sabah sıcacık mercimek çorbası içtik. Aynen! mercimek çorbası. Üstüne ince belli bardakta çay içince iyice kendimize geldik. Her şey Türkiye'dendi.(Erikli su bile vardı :) ) Yolumuza devam edebilmek için tekrar kamyon arayışına başladık. Herkes yardımcı olmaya çalışıyordu. Durakta duran her kamyoncu gelip birde bizimle konuşuyordu. Herkes bizi tanımıştı. Vika ise bu yardımcı olmaya çalışan insanları hayretle izliyordu.

Şanssızlığımız, aileler gezmeye çıktığı için Pazar günü Almanya'da TIR’ların hareketinin yasak olması. Bugün ise Cumartesi.
    Öğlene kadar bizimle aynı yöne giden birini bulamadık. Artık sınırdan bugün geçebilecek son tırlar kalmıştı ve önümüzde 2 seçenek vardı;
Lüksemburg üzerinden Fransa'ya gidecek bir tır, ya da İzmirli ama hiç gözümün tutmadığı adamla Münih.
İzmirli, gözüm tutmayanı seçtim. Yola koyulduk. 2gecede üç buçuk saat civarı uyumuştum. Yolda abi bir şeyler anlatıyordu, benim gözler ise kapanıyordu. Sadece bana sorduğu soruların son kelimelerini anlıyor, tekrar tekrar ne sorduğunu soruyordum. Sanrım yolda bir saat uyudum.

    Öğleden sonra Münih’in sanayi bölgesinde ki mal bırakılacak fabrikaya vardık. Bizim abi işlerini hallediyordu. Bizde Münih şehir merkezine gittik. Çok kalabalıktı. Etrafta görkemli kiliseler ve binalar, dev chritmas ağacı, her yerde christmas için hediyelik eşya stantları vardı. Çok soğuk ve rüzgârlıydı. Fotoğraf çekmekte bile oldukça zorlanıyordum. Gezerken etrafımda ki insanlardan sürekli Türkçe işittim. Her sıcak şarap satıcısının kendisine özgün, güzel bardakları vardı. Üç Türk'e bu bardakları sorduğumda, aralarından birisi ile Antalya’da aynı sokakta oturduğumuzu da öğrendim. Yani Münih’te komşumu bulmuştum.
    Soğuk iyice içimize işlemişti. Lüks mağazaların olduğu bir caddeden geçiyorduk. Polisler görmeye başladık. Bir Limuzin geçti. Müzik sesleri gelmeye başladı ve kalabalık göründü. Önde üzerinde ışıklar ve müzik çalan bir minibüs, arkada bando takımı ve yüzlerce Erasmus değişim öğrencisi geliyordu. Bizde aralarına karıştık ve onlarla yürümeye başladık. Bando takımı gerçekten iyiydi. Bizde sallanmaya, ısınmaya, dansa başladık. Güzeldi. Bir anda 3 çakır keyifte Türk'le tanıştık. Hele ki Merve tam anlamıyla uçmuştu. Vika, Litvanyalı olduğunu söyleyince bana Türkçe “Sendemi Litvanyalısın?” diye bile sordu.
(Not: Buradan Merve ve Arkadaşlarına Sesleniyorum. Burayı okursanız bana ulaşın. Size göndermem gereken fotoğraflarınız var. O günü hatırlamadığınızı düşünerekten; Eğer Avusturya’ya Erasmus’a gitmiş iseniz ve All erasmus Munih’e katıldıysanız, hikayedekiler sizsiniz.)

   Onlar bir bara yöneldi, bizde TIR’ımıza. Şoförümüz Beytullah abi sucuklu kuru fasulye pişirmişti. Acıyı da biraz fazla koymuştu. Tabi bizim gibi acıya alışık olmayan Viktorja azıcık kızarsa da çaresizce yemek zorunda kaldı. Üstüne Beytullah abi meyveleri, viskiyi, çikolatayı açtı ve bitmez sohbet başladı. Abi Saat 4’te uyuyana kadar, eski 3 eşini, 2 çocuğunu ve yeni evlenmek istediği kişiyi baştan sona anlattı.

    Anca öğlen saat 1’de uyanabildik. Münih merkezine tekrar gitmeyi planlıyorduk. Ama yan tarafa park edilmiş TIR’da ki Yunanlı şoför ile tanıştık. Bize "Arkadaş" diye hitap etti. Güler yüzlü, komik bir adamdı. Arkadaşlarının buraya gelebileceğini ve onlarla gidebileceğimizi söyledi. Bu yüzden merkeze gitmekten vazgeçtik ve başladık beklemeye. Ama ne gelen ne de giden vardı. Kahvaltıydı, çaydı akşam 10 oldu. Ve otoyollar bizi bekliyor! TIR’ların hareket yasağı bitti.

    Bizim Beytullah Abi çevre yolunun kuzeyine gideceğine yanlışlıkla güneye gidince yol biraz uzadı. Gideceğimiz yere göre ters yönde ilerliyorduk. Karşı şeritte büyük bir benzinlik gördük ve yönümüzü çevirdik. Ama benzinlikte sabaha kadar hareket edecek hiç tır olmadığından Beytullah abiye bir gün daha katılmaya karar verdik. Bir kez daha ilerleyemeden gece geçirecek olmamız, hayallerimizi suya düşürmüştü.

    İsviçreye doğru, Lieden’ a giden yola devam ettik. Küçük bir kasabadaki fabrikaya mal bırakmaya gidiyorduk. Yollar biraz karışıktı. Bende haritayı kaptım, yardımcı-pilot oldum. Kasabanın karlı sokaklarında tek bir ayak izi yoktu. Fabrikanın nerede olduğunu soracak insan ararken arkadan bir araba belirdi. Gece gece gördüğümüz tek araçtaki adam, tabi ki de Türk çıktı.(Artık her yerde Türk çıkması çok normal geliyor.) Fabrikaya vardık ama tüm gün oturduğumuzdan hiç yorgun değildik. Bizde dışarıda kardan adam yapmaya başladık. Sonunda kardan aile oluşturmuştuk.
    Güzel bir uyku çektik. Uyandığımda mallar fabrikaya taşınmıştı. Gece nasıl bir soğuk olduysa, sabah TIR’ın önünde buzdan saçaklar vardı. Neyse ki hava açmıştı ve güneş ile birlikte bize de bir enerji, umut geldi.
                         
    Tekrardan Kuzeye ilerliyorduk. Ulm yakınlarında kahvaltı için mola verik. Burada Kayserili Hacı Abi ile tanıştık. Kahvaltı menümüzde; sucuklu yumurta, çay, Kayseri’den gelen ev yapımı poğaçalar vardı. Hacı abi, Heidelberg'e kadar atiyim sizi dedi. Eminiz, bu akşam Brüksel’e varacağız. Ama?
    Bıraktığı yerdeki şoförlerin hepsi Doğudaki kentlere gidiyordu. Bir Alman şoför buradan herkes Doğuya gider, yanlış yoldasınız demesiyle harita arayışı başladı. Haritaya bakarken, benzinlikte duran birini gözüme kestirdim.  Adam Frankfurt havaalanına gidiyordu. Atladık arabaya. 180km/sa hızla gidiyorduk. Tırlardan sonra adeta akıyorduk otoyolda. Frankfurt öncesi küçük bir benzinlikte indik. Alacakaranlıktı. Fazla tır yoktu. Onlarda bugün hareket edecek gibi görünmüyordu, şoförler uyuyordu. Bizde benzinlikte duranlara sormaya başlamıştık. 20-25 dakika sonuçsuz kalınca ve havanın kararmasıyla azıcık panikledik. Derken iki Alman Dortmund'a gidiyordu. Hiçte İngilizce bilmiyorlardı. Rastgele konuşuyorduk.
Can: Köln?
Adamlar: Dortmund, Köln.
Can: Köln, Köln?
Adamlar: Dortmund, Köln, Köln, Dortmund...
Sonunda bindik arabaya. El hareketleriyle anladığım kadar Köln yol ayrımından önce bizi bırakacaklardı. Uzaktan Frankfurt gökdelenlerini izlerken vardık bir benzinliğe. İner inmez bir Türk TIR'ının karşımda hareketlendiği gördüm. Koşmaz olaydım ama koştum ve yetiştim. Şöför Abi buradan Köln’e giden araba zor bulunacağını söyledi ve bizi Dortmund’a doğru götürmeye başladı. İyi niyetliydi ama sanki yanlış yola, seçeneğe sürüklüyordu. Gittikçe Kuzeye çıkıyorduk. Hakan abi(şoför) İzmirli çıktı(35,5). Türkiye'den koyulmuş yola ve 4 günde hiç aralıksız karayolu ile gelmiş buraya kadar. Şuanda da aracı  başkasının adına sürüyormuş. Polis kontrolü olmasından korkarak gidiyordu. Köln 70km levhası göründü. Köln yoluna girmesini ve bizi orada bırakmasını istedik ama risk alamazdı ve istemedi. Köln'ü öylece geçip gitmiştik ve içime iyice bir sıkıntı dolmuştu. Bu arada Şoför Hakan abi günlerdir uykusuz olduğuna bir de kalp hastası olduğunu ekledi. Yani gümbür gümbür gidiyoruz.

    Dortmund çevre yoluna geldiğimizde, kardan otoyol tıkandı. Hakan Abi telefonla konuşuyordu, Vika uyuyordu, ben de karanlıkta duran arabaların farlarını seyrediyordum. Manzara da harika yani. 

    Şoför abinin arkadaşı Dortmund çevre yolunun bulunduğumuz tarafından Köln' e araba bulamayacağımızı söyleyince daha da kuzeye, Hamm'a kadar gitmeye karar verdik. Bu arada Almanya’da kardan otoyol tıkandı dedim, düşünün artık kar yağışının şiddetini.

    Ve Hamm yolu üzerinde bir benzinlikte bu TIR’dan da ayrıldık. Karşıdan karşıya geçmemiz gerekiyordu. Sonunda onu da yaptık. Otoyolda gece yarısı bariyer dinlemeden karşıdan karşıya geçtik. Garajdaki şoförler araçlarının içinde uyuyordu. Bizde benzinlikten çorbamızı aldık. Biz nerede nasıl uyuruz diye plan yaparken benzinlikte çalışan iki bayan, bir anda yanımıza geldiler ve bize uyuyabileceğimiz bir yer gösterdiler. İstediğiniz gibi bu uzun koltukta yatın dediler. Yani Almanca konuştular da, vücut dilleri bana bunu anlattı. Benzinlikte duş alabilecek yer de vardı. Duş alıp,  4 gün sonra kıyafetleri de değiştirince sanki yeni bir insan olmuş gibi hissediyordum. Cuma sabahı Ljubljana'dan çıkmıştık yola ve şimdi günlerden Salı ve saat gece 2'ydi. Bir güzel uyuduk, biraz soğuktu ki bunun lafını bile yapmamalıyım.

    Saat 5.30 uyanma vaktiydi. Artık günlerim karışmıştı. Hangi günün sabahı, akşamı, neredeydik, hepsi karışmıştı. Herkesle benzer konulardan konuşmaktan kime neyi anlatıp anlatmadığımı karıştırıyordum. Hep memleket muhabeti, politika, şoförlerin çocukları, eski eşleri...

    Bu sefer benzinlikte hiç Türk TIR’ı yoktu. Diğer şoförlerde almıyordu bizi. Yol kenarında bekledik, olmadı. Benzinliğe dönüp, benzin almak için duran arabalara sormaya başladık. Genellikle Dortmund'a gidiyorlardı. Ama artık Belçika’ya gitmeyen arabaya binmeyeceğiz diye kararlaştırmıştık. Geçte olsa öğrenmiştik bunu.(Tabi Köln’e giden birini bulsak kaçırmayacağımızdan eminim.)

    2 gün önceki Kayserili Hacı dayı, muhabbet sırasında Almanya'nın kuzeyinden Polonya ve Litvanya'dan gelen TIR’larının geçtiğini söylemişti. Sıra Vika'daydı. Litvanyalı bir minibüs bulduk.

    Litvanyalı beş şoför, internetten alınan arabaları teslim almaya gidiyorlardı. Brüksel’den de geçeceklerdi. Hemen atladık bizde minibüse. Önce Dortmund sanayisine gittik. Sonrasında Hollanda sınırlarına girdik. Komik tiplerdi. Hacı dayı benim çantaya habersiz bir kangal sucuk koymuştu. Çiğ de olsa biraz ikram ettim. Elemanlara tadı çok baharatlı geldi.
    
    Molada Hollanda’ya da bi ayak bastık ve sonunda Belgie tabelası göründü. Elemanlar -17 C soğuktan geldikleri için burada ki güneşli hava, adamlara “vay be, burada hala baharmış” dedirtti.
 Sanayilerde biraz daha gezindikten sonra Brüksel çevre yoluna geldik. Bir benzinlikte durduk. Sonunda Brüksel'e mi gelmiştik. Yine otoyolda karşıdan karşıya geçmemiz gerekiyordu. Almanya’da bunu tecrübe edinmiştik ama bu sefer trafik çok yoğundu. Elinde kahveyle bir adam geldi. Benimle başladı Ruşça konuşmaya. Çat pat Rusçamla cevap veriyordum. Litvanya plakalı araçtan indiğimizi görüp, öylesine konuşmaya gelmişti. Neyse ki Viktorja Rusça biliyordu. Adam arabasıyla bizi karşıya geçirebileceğini söyledi. Yola çıktık. Adam Ermeni olduğunu söylediği an, nedense duraksadım. Vika kendisinin Litvanyalı, benimde Türk olduğumu söyleyince ister istemez bir korkuya kapıldım. Üstüne telefonla birileriyle Fransızca konuştu ve fabrikaya gitmesi gerektiğini, dönüşte bizi merkeze bırakacağını söylemesiyle içimde tuhaf bir duygu başladı. Korktum. Türkleri sevmiyor olabilirdi. Sadece 15dakika sürecek dedi. Derken Gent şehri göründü. Gent'i geçtik, Brugge tabelaları çıkmaya başladı. Yarın saat oldu, hala gidiyorduk. Brüksel istemiyordu adeta bizi. Karşı şeritte ise kilometrelerce trafik tıkalıydı. Brüksel’e tam geldik demişken, 70km-80 km tekrar uzaklaştık. Neyse ki korkum yersiz çıktı, fabrikaya uğradık ve dönüş yoluna koyulduk. Brüksel'e yaklaştıkça, sanki her şey bitiyordu. Trafik yoğun olsa da gidiyorduk merkeze. Eve varmış, tatil bitmiş gibi hissediyordum. Aklım, günler birbirine girmiş, bizim Avrupa turu bambaşka bir hal almıştı. Sanki tatilimiz bu 4 gece 5 gündüzdü. Bu arada arabada bir anda Rusçam açılmıştı. Gramersiz, -mekli -maklı konuşuyordum. Gezen bilirmiş ya, Kayserili Hacı abi yolda muhabbet ederken, Ermeni sucuk ve pastırmasından da bahsetmişti. Muhabbetini açtım tabi. Sanki konuştuğum, öğrendiğim, gördüğüm hiçbir şey boşuna değil, hepsi bir işaret, bir amaç içinmiş gibiydi. Her yerde bir söz, bir an yolu gösteriyordu. Bende parçaları takip ederek gidiyordum.

     Ermeni şoförle bizim yemek muhabbetine, lahmacun, pide de eklenerek yürüdü gitti. Adam, Ermeni sucuk, pastırması sizinkinden daha iyi de dedi. Ama ne diyelim artık. Tam merkeze giderken, yine bir şeyler ters gidecek,  şehrin üstünden falan atlayıp geçeceğiz diyorduk. O sırada Brüksel'in meşhur tünelleri başladı. Çok uzundu. Şehrin üstünden değil de, altından geçip gideceğiz diyorduk. Ermeni amcayla 2 saatlik yolculuktan sonra artık Brüksel şehir merkezindeydik. Sonunda Durduk! Gerçekten gelmiştik. Viktorja minibüsten indi. Ardından ben inerken ilk adımımda ayağımın içine basıp burktum. Sanki istemiyordu bu şehir beni. Meydana doğru yürüdük. Parıl parıl parlayan dev bir christmas ağacı, dev katedral üzerine yansıtılan ışık şovu, müzik, kolları açmış  ve bize doğru koşan 2 kişi göründü. Biz de koşmaya başladık. Meydanın ortasında kavuştuk. Film gibiydi. Birbirimize sarılmaya, bağırarak konuşmaya başladık. Bunlar Elis ve Iryna’ydı. Beraber yolculuğa çıkmıştık.
    Hikayenin başında, Ljubljana’dan Trieste’ye gitmek için otostop çekerken, onlar araç bulmuş ve uçağa yetişmişlerdi. Defalarca otostop çektiğimiz yerde, bu sefer iki saate yakın bekleyişe rağmen bize kimseler durmamıştı. Kâğıda Trieste'de yazsam da, Slovence Trst yazsam da olmadı. Sonrasını da biliyorsunuz.

     Burada bizim küçük Avrupa turu macerasının ilk bölümü bitmişti...
                

No comments:

Post a Comment